Translate

Sayfalar

13 Mart 2011 Pazar

Çirkinliğin tarihi

Umberto Eco, Güzelliğin Tarihi’nden sonra şimdi de çirkinliğin peşine düşüyor...




Güzellik nedir? Hoşa giden, çekici, uyumlu, etkileyici, mükemmel, görkemli, takdire şayan, haz verici... Kuşkusuz insanlık yüzyıllar boyunca güzellik üzerine kafa yordu, tezler üretti, ona ulaşmaya, “o” olmaya çalıştı. Peki ya çirkinlik? Onu, sadece güzelliğin karşıtı diye tanımlayıp geçmek haksızlık olmaz mı? Çirkinlikten de haz alınamaz mı? Doğan Kitap’tan çıkan, Umberto Eco’nun hazırladığı “Çirkinliğin Tarihi” kitabı her yönüyle “çirkinliği” anlatıyor. Kitap, Güzelliğin Tarihi’nin devamı niteliğinde. “Ne de olsa” deniyor tanıtım yazısında, “güzellik ve çirkinlik birbirlerini imleyen kavramlar...
Demek ki yapmamız gereken birinin doğasını anlamak için diğerini tanımlamak. Ne var ki, yüzyıllara yayılan birçok çirkinlik tezahürü, sanılanın aksine oldukça zengin ve şaşırtıcıdır. Çirkinliğin Tarihi de işte bu örnekleri sunuyor bize”.

Kitabın, 15 bölümden oluşması bu zenginliğin göstergesi aslında. Bu başlıklar neler mi? Klasik dünyada çirkinlik; tutku, ölüm, şahadet; kıyamet, cehennem ve şeytan; canavarlar ve kötülük alametleri; çirkin, gülünç ve müstehcen; Antikçağ’dan barok döneme kadın çirkinliği; modern dünyada şeytan; cadılık, satanizm, sadizm; physica curiosa; romantizm ve çirkinliğin kefareti; tekinsiz; demir kuleler ve fildişi kuleler; avangard ve çirkinliğin zaferi; ötekilerin çirkinliği, kitsch ve camp ve günümüzde çirkinlik.

Çirkin olanları uzaklaştırıcı, dehşet verici, tiksindirici, hoş olmayan, yakışıksız, bozuk, kirli, açık saçık, aşağılık, canavarca, kaba saba, berbat, sarsıcı, pek kötü, hasta edici, mide bulandırıcı, yüz kızartıcı, hantal, şekilsiz olarak tanımlanmak mümkün. Güzellik iyilik, ahlaklılık gibi kavramlara yakın görünürken çirkinliğin ahlaksızlık, kötülük, şeytanilikle bir tutulduğunu da unutmamalı. Karl Rosenkratz de 1853’te yazdığı “Çirkinliğin Estetiği”nde çirkinlik ve ahlaki şer arasında benzerliği vurguluyor.

Çirkinliğin Tarihi’nde Eco, Platon’dan Dante’ye, Kant’tan Kafka, Susan Sontag, Donna Haraway’a kadar pek çok filozofun, sanatçının, edebiyatçının çirkinlik üzerine görüşlerini, sert görsel imajlarla birleştirerek sunuyor. “Her yüzyılda filozoflar ve ressamlar güzelliğin tarifine yeni bir tanım getirmiştir ve çalışmaları sayesinde zaman içerisinde estetik kavramı tarihini yeniden yapılandırmak mümkündür” diyor Eco kitapta, “Ama bunu çirkinlik kavramı için söyleyemeyiz... Neredeyse hiç kimse sıra dışı çalışmalardaki geçici imalar dışında çirkinlik sürecinin bilimsel incelemesinin üstünde durmamıştır. Bu yüzden güzelliğin tarihi oldukça geniş, kullanabileceği kuramsal kaynaklara sahipken, çirkinliğin tarihi, tarihinin büyük bir bölümü için bir şekilde ‘çirkin’ olarak görülen insanların ya da nesnelerin görsel ya da sözel portrelerinde kendi belgelerini araştırmalıdır. Bununla birlikte, çirkinliğin tarihi güzelliğin tarihiyle belirli ortak özellikler paylaşır”.

Bu noktalardan biri, iki değerin belirleyicisinin de Batı uygarlığıyla sınırlandırılması. Güzellik ve çirkinlik kavramlarının çeşitli tarih dönemlerine ve kültürlere göre değişebildiği de bir gerçek. Afrikalılar için “yüce” bulunan maskların, Batılıları dehşete düşürmesi başka nasıl açıklanabilir ki?

Güzellik ya da çirkinlik yorumları sadece estetik kavramı üzerinden yapılmıyor, sosyo-politik kriterlerden de kaynaklanıyor. Mesela, Marx “1844 Elyazmaları Ekonomi Politik ve Felsefe”de paraya sahip olmanın “çirkinliği” telafi ettiğini bakın nasıl anlatıyor: “Para herhangi bir şeyi alabilme, tüm nesneleri edinebilme özelliğine sahip olduğu için, bu yüzden sahip olma kavramına değen ilk egemen nesnedir... Gücümün sınırı sahip olduğum paranın gücü kadardır... Ne olduğum ve ne yaptığım bu yüzden en ufak bir şekilde kişiliğimle saptanmaz. Çirkinim ama kendime kadınların en güzelini satın alabilirim... Bir birey olarak topalım ama para bana yirmi dört ayak verir: Bu yüzden de topal değilim... Param tüm engelliğimi tersine çevirebilir mi?”

20. yüzyılla çirkinliğin kimi kavramları da anlam değiştiriyor. Burjuva sınıfının “tiksinti” ile baktığı Picasso’nun resimlerinin artık birer başyapıt olması da bundan. Kitabın Avangart ve Çirkinliğin Zaferi bölümünde de bu anlatılıyor. Karl Gustav Jung’un çirkinliğin gelecekte gerçekleşecek büyük dönüşümlerin bir işareti ve belirtisi olduğu lafıyla başlıyor bölüm.

Jung’ın öngörüsü bugünün gerçeği. Çirkinlik ve diğer tanımlamaları uzun zamandır rağbet görüyor. Korku filmlerinin unutulmaz yönetmeni George Romero’nun korku unsurunun “satışları fırlattığını” söylemesi boş değil. Sinemanın çirkinlik kavramıyla oynaması Romero ile sınırlı değil. ET ya da Yıldız Savaşları’ndaki uzaylılar gibi yaratıkları çirkin oldukları halde bize sevdirmesine ne demeli? Çağdaş sanatın çirkinlikle ilgilendiği kadar, onu kutsamasını da unutmamak gerekiyor. Sanatçıların sık sık kendi bedenlerini kanlı bir bozulmaya tabi tutmaları gibi. Bu eserlerin izleyicisine gelince... Güzel bir manzara ya da çocuk görmekten haz alanlar, bu “kanlı”, “eksik”, “bozulmuş” eserleri görmekten de kendilerine bir mutluluk ve eğlence çıkarıyorlar. Bir yandan Brad Pitt, Sharon Stone gibi Rönesans ressamlarınca da ideal kabul görülecek kişilerle özdeşleşen gençlik, bir yandan da bu dönemin insanlarınca “tiksindirici” bulunacak kişilere hayranlık duyuyor. Marilyn Monroe’dan ziyade Marilyn Manson gibi görünmek istemelerini örnek veriyor Eco kitapta.


Çirkinlik her yerde
Bir sorusu var: Peki ya kitle iletişim araçları tarafından bize ulaştırılan cborg’lar, göze çarpan unsurlar ve yaşayan ölüler aslında bizlere saldıran ve dehşete düşüren çok daha derin bir çirkinlik duygusundan kurtulmak, görmemek istediğimiz bir şeyse?

Sonuçta dehşet, çirkinlik bize öyle yakın ki... Açlıktan ölen, şişik karınlı, kemikleri sayılan çocuklar, işgalci askerlerin kadınlara tecavüz etmesi, insanların işkenceye maruz kalması... Bütün bunlar günlük yaşantımızın bir parçası. Peki sanatın bunlarla işi ne? Son söz yine Eco’da:

“Bir gökdelenin ya da bir uçağın patlamasından dolayı parçalanan vücutları görüyor ve yarın sıranın bize de gelebileceği korkusunu yaşıyoruz. Bu tip şeylerin sadece manevi anlamda değil, fiziksel anlamda da çirkin olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunu hayatın aptalın biri tarafından anlatılan ses ve öfkeyle dolu bir hikâyeden başka bir şey olmadığına inananların kaderciliğiyle kabul etsek bile, bu görüntülerin aynı zamanda şefkat, kızgınlık, isyan ve birlik içgüdüsü uyandırmaları gerçeğinden bağımsız olarak bizlerde tiksinme, korku ve iğrenme duyguları uyandırmalarıdır. Estetik değerlerin göreceliğiyle ilgili hiçbir bilgi, çirkinliği hiç tereddüt etmeden fark ettiğimiz gerçeğini değiştirmez; biz de bunu bir keyif objesine dönüştüremeyiz. Bu yüzden çeşitli yüzyıllarda sanatın niçin ısrarlı bir şekilde çirkinliği resmettiğini anlayabiliriz. Sanatın sesi ne kadar aykırı olursa olsun, bizlere bu dünyada amansız ve kötü şeylerin olduğunu sık sık hatırlatmaya çalışmıştır. Bu kitaptaki birçok kelime ve resmin bizi bir insan trajedisinin çarpıklığını anlamaya itmesindeki neden budur”. 


İğrenç, korkunç, rezil, canavarca, kokuşmuş, onursuz





Güzelin adı
Umberto Eco, kitaplığındaki en renkli bölümlerden birisi estetik, güzellik ve çirkinlik algıları üzerine hazırlanan iki yapıt. İlki, Güzelliğin Tarihi, insanlığın estetik birikimini temsil eden tablo, heykel, metin ve fotoğraflarla bir albümü andırıyor. Görsel materyaller, kültürel ikonların, tablo, gravür ve fotoğrafların renkliliğiyle, Venüs’ün Bronzini Alegorisi’nden başlıyor ve günümüz popüler kişilerinden Brigitte Bardot, Monica Bellucci, David Beckham, George Clooney’in karakteristik özelliklerini yansıtan görüntülerine kadar uzanıyor.
Özellikle, çağdaşlarımız olan ‘tanrıçalar’, bir bakıma daha önceki çağların tanrıçalarına benzer pozlar vererek ‘ulaşılmaz’ bir görünüm sergilediklerini, toplumsal bilinç içindeki yerlerini böylelikle aldıklarını biliyoruz. Örneğin Playboy dergisine verdiği ünlü pozla Marilyn Monroe’yu görmek, Batı kültürünün şartlanmış bir ‘güzellik’i bize nasıl hazırladığını anlamamıza yardımcı oluyor.
Kitap, kronolojik bir dizge yerine, konu başlıkları altında düzenlenmiş. Ancak verdiği genel izlenim, güzellik tanımlamasının antik Yunan ile başlamış ve günümüzün ‘pop art’ yorumlarıyla sona ermiş olması. Kitapta ayrıca, felsefe ve edebiyat tarihinin bilinen isimlerinden metinlerinden geniş alıntılara yer verilmiş. Gündelik kullanımında ‘güzel’in anlamının yanı sıra yazar, estetik kuramlarını da ele alıyor. Ayrıca güzeli tanımlarken, sadece estetik bir değerlendirme olarak değil, tüketim toplumunda arzu edilene duyulan eğilim olarak da değerlendirmiş. Eco, güzelliği besleyen olgulardan ‘yücelik’ kavramını Kant’tan devralıp, yine onun kuramsallığını yalınlaştırarak irdelemiş.
Çirkin güzel midir?
Çirkinliğin Tarihi’nde ise güzellik ilgili olan her şey tersine çevrilmiş. Eco, bozulma, yaralanma, ahlaki kötücüllüğün yalın, dolayısıyla insan gözü için sert olan görsel imajlarından ve Platon’dan radikal feministlere kadar geniş bir kaynaktan seçilen alıntılardan çirkinliğin doğal nedenlere dayanan sonuçlarını tasnif etmiş. Eco’nun bu kitabındaki veri sözlüğü, kapsamlı bir şekilde ‘iğrenç’, ‘tiksindirici’, ‘korkunç’, ‘rezil’, ‘canavarca’, ‘kokuşmuş ‘, ‘onursuz’, ‘hantal’ gibi hoş olmayan kelimelerle sağlanıyor.
Başlıklara göz gezdirildiğinde özellikle bedende çirkinliğe yol açan etkenler belirlenmiş. Ortaçağ din anlayışında ‘günah’ın yol açtığı sefaletin, İsa’nın işkenceye maruz kaldığı sahnedeki ‘şiddet’ görüntülerinin, ‘hastalık’ ve ‘fakirlik’in, ‘gülünç’ olan durumların, Roland Barthes’ın örneğinde olduğu gibi ‘ölü sevgilinin eli’nin ‘ürperti’sinin, eksiklik duygusu uyandıran ‘sakatlık’, olmayan organların işaret ettiği ‘eksiklik’in, olağan yaşamı bozan ‘tekinsizlik’in korkutuculuğunun, ‘mutsuzluk’un ‘çirkin’ olan birçok sonucu var.
Güzelliğin nesnel ya da öznel bir değerlendirme olduğuna ilişkin tartışma ise, öznellik olgusunu yeniden tartışılmasının gerekliliğini gösterir nitelikte. Yapıtın temeli, öznel değerlerimizin, zevklerimizin, haz aldığımız objelerin öğretilmiş değerler üzerine kurulmuş. Örneğin, bir uzaylı sadece içeriğinin çarpıtılmışlığıyla Picasso’nın Guernica şehrini konu alan tablosuna baksa, güzellik anlayışımızın salt bu çarpıtılmışlıktan kaynaklandığını düşünür. Ya da, bir Afrikalı maskında bizim için tamamıyla ürperticiliği nedeniyle bizim güzellik kıstasımızın dışında ama Afrika gelenekleri içinde o mask ‘yüce’yi temsil eder.
Geçen yüzyıllardan ustaca seçilen resimlerde ise, bize güzel gelen imajların kadın düşmanlarının endişelerini çok önceden kışkırtmadığını belirtiyor. Örneğin, Giacomo Grosso’nun Supreme Meeting adlı tablosundaki çıplak bir şekilde dans eden alımlı kadınların tasviri Eco’ya göre ‘çirkinlik’ kıstası içinde değerlendirilmeli, çünkü buradaki kadınlar birer satanist ve ahlaki düzeni tehdit edecek şekilde dans ediyorlar. Herhangi bir çirkinlik olgusu karşısında verilecek olan refleks ürpertiyi de beraberinde getireceğine göre, tablodaki kadınların bu denli baştan çıkarıcı olmaları, dizginsiz kadın gücüne dair korkuyu harekete geçiriyor.
Metinlerin arasında, bu korkunun ne kadar derin olduğunu söyleyen birçok alıntı var. Mesela, Malleus Maleficarum’a göre cadıların kötü niyeti ‘içlerinde doymak nedir bilmez bedeni şehvet’lerinden yükselmektedir. Fakirlik ve hastalık, etnisite, kıyafetin toplum içinde ona azınlık konumunu vermesi ya da 1943-44 yıllarındaki, Gino Boccasile’nin anti-semitik kartpostalları gibi faşist materyaller, konu edindikleri içeriğin kahramanlarını bayağı, aşağılık göstermek için, onların fiziksel özelliklerini de yansıtarak kullanılırlarmış. Eco, burada propagandacılara ve onların ‘çirkin’ kibrine ayna tutuyor.
‘Çirkinlik’ ve ‘gülünç olan’ üzerine olan bölümlerde bu mesele daha derin bir şekilde tartışılıyor. Eco, cehennem ateşinin ıstırabı ve şeytani canavarların sunumu ile ortaçağ cazibesini açıklarken, güzelliğin bir antitezi olarak sunulan estetik kuramın bu dönemini betimliyor. Çirkinliğin ahlaki önemi, karmaşık bir evrenin dışında değil, ama kıyısında yer alıyor. Çağımız çirkinleşmesinin, Eco, neredeyse endüstriyel devrimle başladığını iletir. Bu çirkinliğin tacı da Amerika’nın Avrupa’ya armağan ettiği Eiffel Kulesi’dir. Kent estetiğinin değiştiğini bu anıt belgeliyor.
Marılyn Manson çirkinmiş?!
Artık uyumsuzluğun da güzelliğe ait bir yapı olduğu tespit edilmiş kitapta. Yirminci yüzyılla birlikte, ‘Avangart ve Çirkinliğin Zaferi’yle Picasso’nun resimlerinde yüreklendirildiği gibi, karşıt formlar, sanat düşkünlerini şaşırtacak düzeyde sanatsal öğretilerin merkezi konumuna gelmişlerdir. Sanatın gücünü sarsan birçok değersiz nesne ve konuyu kitabına dahil eden Eco, “çirkinlik, gerçek ve etkili sanatsal bir portre ile, ancak kefaretini ödeyebilir” der.
Avrupa kökenli bir çevrede, ahlaki ve dini metinlerin çoklu tutuculuğuyla çevrelenmiş nüfusun büyük bir oranı, belki de gizemciliğin gerekliliğinden dolayı, grotesk ucubeliğin olgusuna karşı ilgi duyarlar. Kuşkusuz ortaçağ canavarlarına, ucubelerine karşı bu ilgi, Viktoryen korku gösterilerinin akılda kalmasından ya da günümüzde daha yumuşak bir şekilde korkunun sinema, televizyon veya bilgisayar monitörleri aracılığıyla desteklenmesinden kaynaklanıyor.
Kitap, ‘Dada’, sokaktan çamur toplamak anlamına gelen Almanca bir fiilden yapılmış ‘kitsch’ ve doğaya aykırı olan her abartıyı ve kabalığı sanat gibi gören ‘camp’ algısını da almış içeriğine. Özellikle kitsch deyişinde, Eco okurlarının alışık olduğu alt-üst kültür yakınlaşması üzerine de birkaç söz edilmiş.
Bu tartışmaların açığa çıkan bir yönü ise, geleneksel bir Avrupalı kozmosun merkezinden bir anlayışın ürünü olduğudur ve Avrupalı olmayan arka planına karşı test edilmek anlamına gelen ‘ucubelik’ görüşünü zaten hayal etmek imkânsız görünüyor. Ancak sadece Avrupa dışında değil, Avrupa’da da bu açıklamalar gücünü ve anlamını yitirdi. Eco haklı: E. T.’yi kucaklayıp bağrımıza basmıyor muyuz, bedenimizi bir tuval gibi kullanıp boyamıyor muyuz, Marilyn Manson’a bayılmıyor muyuz? Frida’nın parçalanmış bedeninin çizildiği tabloları ya da Warhol’un kanlı karelerini çerçeveletmiyor muyuz yoksa? Ne denirse densin, postmodern olsun bunlar ya da başka bir yakıştırma yapılsın bunlara, Eco artık çağımızın estetik anlayışının, öncekilere göre tersine döndüğüne de vurgu yapıyor.
Çağdaş bir gözle bakıldığında, Avrupalının masalsı canavarlara olan ilgisi, ahlaki ve dini saygıdan, hatta sadece merakımızdan bile uzaklaşmıştır ve bunun altında estetiğin, artık saf olan algıyla daha fazlasını yapıyor olmasıdır. Böylece, artık, bir Rönesans icadı olarak görülen çirkinlik, güzellik kategorisini etkileyecek bir güçte olmayacak.
Umberto Eco’nun ortaçağ ve sanat hakkındaki düşünceleri, sistemli bir şekilde onun günümüzün toplum yapısını ve onun iletişim, kültür, tüketim, yorum, sanat algısını açıklayıcı bir konuma sahip. Güzelliğin Tarihi ve Çirkinliğin Tarihi aynı zamanda Umberto Eco’nun estetik hakkındaki görüşlerini de temsil ediyor. Umberto Eco’nun Güzelliğin Tarihi ve Çirkinliğin Tarihi adlı yapıtlarındaki izlek, Batı kültür tarihi boyunca düşünülen, yazılan, resmedilen olgulardan yola çıkarak, güzelliğin aynı zamanda ‘iyiliğin’ ve çirkinliğin, ‘kötücüllüğün’ bir anlatımı görünümünde. Her ikisi de ilkçağdan günümüze kadar, farklı güzellik ve çirkinlik ölçütlerini dile getirmektedir.

‘Çirkinlik öngörülemezdir ve sonsuz çeşitlemelere olanak verir’
İki kitabı hazırlarken fark ettim ki; çirkinliğin tarihini araştırmak, güzelliğinkinden daha eğlenceli. Çünkü güzellik -bir şekilde- sıkıcı. Sonuç olarak güzellik, yüzyıllarca hep aynı kurallara bağlı olarak oluşturuldu. Diyelim ki, güzel bir burun ne belli bir boyuttan büyük ne de küçük olabilir. Ancak çirkin bir burun, istediği kadar büyük olabilir; örneğin, Pinokyo’nunki. Çirkinlik öngörülemezdir ve sonsuz çeşitlemelere olanak verir. Ancak çirkinliğin tarihi, güzelliğin tarihiyle kimi karakteristik özellikleri paylaşır. Öncelikle elimizdeki belgeler sanat eseridir. Dönemin genel güzellik ve çirkinlik anlayışının, sanatçılarınkiyle en azından paralel olduğunu varsayıyoruz. Mesela bugün bir uzaylı gelse ve bir güncel sanat müzesine gitse, orada Picasso tarafından yapılmış bir kadın resmi görse, sonra da bizim bu resim hakkında ‘güzel’ dediğimizi duysa, dünyalı erkeklerin gündelik hayatta da o tür yüze sahip kadınları güzel ve çekici bulduğu yönünde yanlış bir çıkarsama yapacaktır. Ancak televizyonda bir moda programını izlerse modellerin nasıl da yüceltildiğini görecektir.
Paylaşılan ikinci özellikse, ‘güzellik’ ve ‘çirkinlik’ derken, Batı kültüründen bahsediyor olacağız. Sonuçta başka bir dine ait, farklı kültürden insanlar, İsa’nın yaralı vücudu ve acı dolu ifadesi karşısında tiksinti duyabilirken, bu görüntü Hıristiyanlarda sempati ve şefkat uyandırır. Güzel ve çirkinin tanımları estetik olmaktansa, sosyo-kültürel, dinsel ve politik değerler çerçevesindedir.
Güzelliğin ‘iyi’ ve ‘ahlaki’ ile özdeşleştirildiği gibi çirkinin de ‘kötü’ ve ‘günah’ ile özdeşleştirildiği tarih süresince belirtilmektedir. Klasik çirkin tanımı olan ‘güzelin zıttı’nı bir kenara koyduğumuzda, günümüzde çirkinliğin pek çok reenkarnasyonunu incelediğimizde; doğadaki çirkinlik, ruhaniyette çirkinlik, asimetri, uyumsuzluk, biçim bozumu veya çirkinin çağrışımlarına baktığımızda, isyankar, korkutucu, ürkütücü, tiksinç, kabul edilemez, grotesk, kirli vs. görüyoruz ki sonuç itibariyle çirkin, kişinin deneyimlemek istemediğidir. Güzel ise kişinin deneyimlemek istediği bir hoşnutluk duygusunu uyandırmalıdır.
Antik Yunan’da da güzel ve iyi arasındaki özdeşleştirme bulunur. Sokrates çirkinliğiyle ünlü olsa da ruhu güzeldir. Her ne kadar antik Yunanlılar güzeli iyi ve uyumlu olanla özdeşleştirseler de, ürkütücü mahlûklar tarafından yönetilir. Sirenler bir korkunun temsili olarak karşımıza ‘çirkin’ yaratıklar olarak çıkar.
Rönesans’ta Leonardo’da görebileceğimiz gibi kanona uymayan estetik anlayışı ironik bir şekilde yüceltmek adına, kadının çirkinliği konu edinilir.
Hegel’in gözlemlediği gibi, İsa’nın takipçilerinin bir özelliği de çirkin olmalarıdır. Azizlik İsa’yı taklik etmekten geçtiği için, azizin de onun çektiği acıları yaşaması gerekir. Vücutları bu nedenle zarar görür, işkence sonucu ‘çirkin’ hale gelir. Azizlerin hem çirkin hem de sevimli olması gerekir. Ortaçağda yaratıklar için de benzer bir yaklaşım görülebilir. Tüm yaratıklar kötücül değildi, aynı zamanda nazik ve narin olanları da vardı, örneğin tek boynuzlu at. Canavarlar ortaçağda kalmadı, modern hayatta farklı tezahürleri oluştu. Bu örneklere baktığımızda ise bunların ürkeklik ve gizemciliktense bilimsel merak örnekleri olduğu söylenebilir. Kriminal antropoloji öyle bir noktaya gelir ki, neredeyse tüm çirkin insanlar ‘suçlu’dur, gibi bir ahlaki stigma ile sonuçlanır.
Romantizmle birlikte, çirkinliğe bakış hiç olmadığı kadar değişti. Ulvi güzellik anlayışının terk edilip, vahşi doğanın ve doğa olaylarının güzelliğin merkezine alınması ile aslında acı veren, korkutucu unsurlar estetik değer kazanır.
19. yüzyıl resminde de terk edilmiş, ölüm döşeğindeki güzellik temsilleri çok popülerdir. 20.yüzyıla başlarında ise yaşanan savaşların etkisi artık sanatta kendini, öğretilmesi gerekenin çirkinlik olduğu yönünde isyankar yaklaşımlara dönüşür. Dadaizm içinde de gerçeküstü temsillerin canavarca, grotesk bir yaklaşımla çirkine bir çekim duyulur.
Günümüze baktığımızda ise babalarımızı dehşete düşürecek şeyler sanatsal güzellik kapsamında yer alıyor. Avantgard estetik olarak kabul edilmekte, üstelik güzel ve çirkin arasındaki sınırın iptal edildiği bir reklamcılık anlayışını da yükseltiyor. Çağdaş sanatta, artık güzeli üretme anlayışı terk edilmiş, daha ziyade kışkırtıcı bir çirkinlik üretimi benimsenmekte. Aynı zamanda gündelik hayatımızda ikisi arasında ki çizgi kalkmış durumda. Bizim için güzel ve çirkin estetiksel olmasa bile deneyimde bir arada yer alabiliyor. Bilim-kurgu filmlerinde aslında çirkinliğin temsilini görüyoruz. Korku filmleri karşısında oturup rahatlayabiliyor, çocuklar da dinozorlar ve pokemon gibi karakterlerle barışık olabiliyorlar. Bir yandan güzeli bulma arayışı Rönesans’tan çok da değişmeden devam ediyor. Beğenilen kadın figürü, manzara resimleri, mimari özellikler halen benzer özellikler taşıyor.
Günümüzde daha somut, daha derin çirkinlik bulunmakta. Gündelik hayatımız dehşet verici imgelerle sarılı. Açlıktan ölmekte olan çocukları, ülkelerini işgal eden taburlar tarafından tecavüze uğrayan kadınları, işkence bekleyen bedenleri ya da çok da uzak olmayan tarihimizden gaz odalarına iskeletmişçesine adım adım gidenleri görüyoruz. Gökdelenlerin bir uçak tarafından patlatılmasını izliyoruz, ve ahlaki terör karşısında ‘bizim sıramız da gelebilir’ diyoruz. Pekala biliyoruz ki bu tür şeyler çirkin! Sadece ahlaki olarak değil fiziksel olarak da. Biliyoruz, çünkü bizi tiksinti, korku ve iğrenme ile dolduruyorlar. Hayatı korkudan ve çileden başka bir şey olmadığını çaresizlikle kabul edenleri bile isyan ettirecek bir şefkate ve gurura sürüklüyorlar. Bu tür durumlarda, estetik, hiç tereddüt etmeden çirkinliği fark etmemizi engelleyemez ve bunu hiçbir şekilde zevk objesine dönüştüremeyiz. Bu nedenle, sanatın çirkinlik üzerinde neden ısrarla çalıştığını anlayabiliriz.
* Umberto Eco’nun ‘Güzelliğin Tarihi’ ve ‘Çirkinliğin Tarihi’ kitaplarına dayanarak yaptığı, odeo.com adresinde yer alan seminer konuşmasından derlenmiştir.

ÇİRKİNLİĞİN TARİHİ
Umberto Eco
Çeviren: Kolektif
Doğan Kitapçılık
2009
456 sayfa, 59 TL.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sanat,Resim,Heykel,Tiyatro,Sinema,Fotoğrafçılık,Dans