Translate

Sayfalar

27 Haziran 2011 Pazartesi

Haftanın Sanat Programı 27-4 Temmuz

Haftanın Sanat Çizelgesi 27-4 Temmuz

‘Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’nde bugün “MFÖ” konseri izlenebilir.
Sergi
İSTANBUL
Sınırlar Yörüngeler 10 isimli sergi 29 Haziranda başlayıp 31 Temmuza kadar Siemens Sanatta. (0212 334 11 04)
Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi - Mezunlar 2011 sergisi 28 Haziranda başlayıp 23 Temmuza kadar Galeri Işıkta. (0212 233 12 03)
Airvase isimli tasarım sergisi 28 Hazirana kadar Haaz Art&Design Galleryde. (0212 230 96 00)
8 Sanatçı 8 Güncel isimli sergi 30 Hazirana kadar Mine Sanat Galerisinde. (0 2 1 2 2 3 2 3 8 1 3)
Cumhuriyet Tanıkları isimli sergi 30 Hazirana kadar Mustafa Kemal Merkezinde. (0212 351 93 90)
Nur Ataibişin İsimsiz IV isimli sergisi 30 Hazirana kadar Kare Sanat Galerisinde. (0 2 1 6 230 58 91)
İstanbullu Rum Ressamlar Topkapı Sarayında isimli sergi 30 Hazirana kadar Topkapı Sarayı Has Ahırlar Sergi Salonunda. (0 216 368 53 39)

22 Haziran 2011 Çarşamba

Örgü tekniği kullanılarak oluşturulan dekoratif eşyalar

Bir ters bir düz...

Alışılmışın dışında tasarlanan dekoratif eşyalar bu sefer örgü tekniği kullanılarak oluşturulan tasarımlarla karşımıza çıkıyor. işte onlarda birkaç tanesi...






Örgüyle Kaplanmış Koltuk





İstediğiniz büyüklükte yapabileceğiniz çok yönlü kullanabileceğiniz dekoratif eşya






El Örgüsü Peruk

El Örgüsü Peruk




Kendinize buradakine benzer rengarenk peruklar örebilirsiniz. Soğuktan korunmak için de bereye alternatif oluşturabilir belki

Günümüzde fonksiyonunu henüz kaybetmeyen sepetçilik

Sepetçilik:

Günümüzde fonksiyonunu henüz kaybetmeyen sepetçilik atalardan öğrenildiği gibi halen; saz, söğüt ve fındık dallarından örülerek yapılmaktadır. Eşya, yiyecek vb. Taşıma amacından başka ev içi dekorasyonunda da kullanılmaya başlanmıştır. Hayvancılıkla uğraşan kırsal kesimlerde yaygın olarak kullanılan keçe, çul ve ağaçtan yapılan semer kullanıldığı dönem boyunca geleneksel sanatların bir kolunu oluşturmuştur.

Semercilik

Semercilik:

En yaygın anlamıyla, yük ve binek hayvanı olarak kullanılan at, eşek ve katır gibi hayvanların taşıyacakları yükün hayvanın sırtına zarar vermemesi için ağaç iskelet üzerine deri ile keçe arası kamış otları ile doldurulup sarılarak dikilen semer çok özen isteyen bir sanat dalıdır. Dengesiz yapılmış bir semer hayvanın sırtının yaralanmasına neden olur. Çok eskiden beridir süregelen bir ata yadigari meslektir. Günümüzde birçok şehirde yalnızca birkaç semerci ustası kalmıştır.Semercilik Beypazarı'nda sadece bir tane semer ustası tarafından yapılmaktadır. En genç semerci üstaları ne yazık ki, 60 yaş ve üzeridir.Semercilik de tıpkı tarakçılık, kaşıkçılık gibi unutulmaya yüz tutmuş, artık çırak alamayan meslekler halini almıştır.



Halı Dokumacılığı

Halı Dokumacılığı:

Tarihi MÖ 6500 yılına dayanan dokumacılık, Anadolu'da çok eskiden beri yapılan bir el sanatı ve birçok yörenin geçim kaynağı... Dokumacılığın gelişmesinde sosyal, ekonomik, dinsel nedenler olduğu gibi iklim şartları da büyük rol oynamış. Göçebeler, gece-gündüz arasındaki sıcaklık farkından dolayı halı-kilim dokuyarak duvarlarını kaplamışlar ve böylelikle soğuktan korunmuşlar. Dokumaların ham maddelerini yün, tiftik, pamuk, kıl ve ipek oluşturuyor.






Halı Dokumacılığı

Ağaç İşleri Sanatı

Ağaç İşleri Sanatı:

Ağaç işçiliğinde kullanılan malzeme daha çok ceviz, elma, armut, sedir, abanoz ve gül ağacıdır. Kakma, boyama, kündekâriz, kabartma-oyma, kafes, kaplama, yakma gibi tekniklerle işlenen ahşap eşyalar günümüzde de kullanılmaktadır. Bu teknikler Zonguldak, Bitlis, Gaziantep, Bursa, İstanbul-Beykoz, Ordu gibi illerde halen devam eden hammaddesine göre değer kazanan baston ve asaların kullanımı yüzyıllar boyunca sürmüş, 19. yüzyılda yaygınlaşmıştır.



El Sanatları Çini Sanatı

Çini Sanatı:

Anadolu toprakları sadece tarihi ve doğasıyla değil, el emeği göz nuru güzellikleriyle de bir yeryüzü cenneti. İşte üç kıtanın renkleri birbirine karışmış eşsiz lezzetleri ve sanat harikaları… İmparatorluklara bile yenilmeyen kültürel hazineleri…

Türk çini sanatının tarihi ilk Müslüman Türk devletlerinden olan Karahanlılar'a dayanıyor. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları, çiniyi mimari süslemelerde sıkça kullandı. Anadolu Selçuklu Devleti'nin dağılmasından sonra ise Çini sanatında Osmanlı Devleti'nin kuruluşuyla yeni bir dönem başladı. İlk Osmanlı dönemi İznik çinileri, Bursa Yeşil Cami ve türbesinde, Bursa Muradiye Camii'nde, Edirne Muradiye Camii ve Çinili Köşk’te görülebilir. Bunlar genellikle mozaik veya sırlı boya tekniği ile üretilmiş çiniler. Bu dönem çinilerinde lacivert, mavi, turkuaz, siyah renkleri daha çok kullanılmış ve daha çok geometrik desenler ağırlıkta...

El Sanatları Hat Sanatı

Hat Sanatı:

İlk akla gelen eski harflerle yazılan dini içerikli yazılar olsa da aslında farklı çalışmalar da yapılıyor. Osmanlı kültüründe dini motiflerin ön planda olması nedeniyle Allah ve Peygamber sevgisini göstermek amacıyla hattatlar bu sanatı kullanarak günümüze kadar ulaşan pek çok eser bıraktılar.







Hat Sanatı:

El Sanatları Cam Sanatı

Cam Sanatı:

Cam Sanatı’nın Selçuklular zamanında geliştiği bilinmektedir. 19. yüzyılda Türk camcılığı ilerlemiş ve Beykoz’da cam imalathanesi kurulmuştur. Bu imalathane çeşmibülbülleri ile tanınır. Çeşm-i bülbül (Bülbülün gözü), 18.yüzyılın sonunda III.Selim'in Mevlevi dervişi Mehmet Dede'yi cam tekniklerini öğrenmek için Venedik'e göndermesi sonucunda ortaya çıkmış bir cam işleme sanatıdır. Cam, özel kum ve kaya çeşitlerinin yüksek sıcaklıkta eritilip soğutulmaya bırakılmasıyla işlenir. Çeşmibülbül yapımının normal cam yapımından farkı, camın içindeki beyaz ve renkli çizgileri oluşturan cam çubuklardır. Çeşitli renklerde olabilmekle beraber, çeşmibülbüller genellikle mavi beyaz üretilmektedir.

El Sanatları Ebru Sanatı

Ebru Sanatı:


Ebru sanatının ne zaman ve hangi ülkede ortaya çıktığı belli değil ancak Doğu ülkelerine özgü bir süsleme sanatı olduğu düşünülüyor. Batıda "Türk Kağıdı" olarak adlandırılan "ebru"nun yapımı oldukça zor. Koyulaştırıcı bir madde ile kıvamı arttırılmış suyun içine öd katılarak suda erimeyen boyaların serpilmesi ve su yüzeyinde meydana gelen şekillerin bir kağıda geçirilmesi ile yapılıyor. "Ebru" yaparken; kum, toprak boya, öd (büyükbaş hayvanların safra kesesinden elde edilir), kitre (özel bir yoğunluğu olan su) ve fırça yapımında da at kılı kullanılıyor.



Ebru Sanatı:

El Sanatları Demircilik

Demircilik:

Altay, Orhon ve Yenisey dolaylarında yapılan kazılarda Türk maden işçiliğinin en eski örnekleri bulunmuştur. Altın, bakır ve tunçtan yapılmış eşyaların yanı sıra demir işçiliğinin de özel bir yeri vardır. Orta Asya Türkleri için eski bazı kaynaklarda “demir üreten ve bu madeni en iyi işleyen kavim” olarak söz edildiğine rastlanmıştır. Orta Asya maden sanatını Selçuklu ve Osmanlılar çok ileri bir düzeye getirmişlerdir. Maden işçiliği silahlar, gündelik eşyalar ve süs eşyaları olarak üç ana gruba ayrılabilir. Türklerde maden işçiliğinin gelişmesinin nedeni olarak, Selçuklu ve Osmanlı gibi Türk devletlerinin sürekli savaş halinde olmalarını gösterebiliriz. Demir ve çelikten yapılmış zırh, miğfer, kalkan gibi savunma silahlarına, dövülerek hazırlanan yüksek kalitede kılıç ve bıçaklara da sıkça rastlamaktayız.



El Sanatları Çömlekçilik

Çömlekçilik:

Çömlekçilik, toprağın ya da asıl olarak killi toprağın çeşitli aşamalardan geçirilip işlenip şekillendirilip kullanılmak üzere çeşitli eşyalar üretilmesine verilen addır. İnsanlığın çömleği nasıl keşfettiğini tam olarak bilinmemekle birlikte, genellikle kabul gören varsayım, toprağın ateşte kızarıp sertlik kazandığını tesadüfen bulduğu yönündedir.Bulunma şekli ne olursa olsun, çömlekçiliğin gelişmesi, göçebe kavimlerin yerleşikliğe geçmesiyle olmuştur. Anadolu’da ilk yapılan çömlekler Neolitik döneme yani yaklaşık M.Ö. 7000'li yıllara tarihlenmektedir.İlk yapılan çömlekler sargı-dolama usulü ile elde şekillendiriliyor ve pişirim ise genellikle açık ateşte yapılıyordu. M.Ö. 3000 yılında da çömlekçi çarkı bulunmasıyla çark üzerinde şekillendirmeler de başlamış oldu.





Çömlekçilik:

El Sanatları Bakırcılık

Bakırcılık:

Bakır, Anadolu’da çok eskiden beri varolan ve en çok kullanılan maden oldu. Bunun sonucunda ise bakırcılık adeta babadan oğula geçen bir sanat haline dönüştü. Anadolu insanı bakırı ilk başta ihtiyaca bağlı olarak kazan, testi, leğen, tas, tencere, tava, sahan, bakraç, mangal, ibrik, tepsi, saksılık gibi ev eşyası yapımında kullandılar.






Bakırcılık:

Daha sonra ise onu birbirinden zengin motiflerle birer süs eşyasına dönüştürdüler. Günümüzde bu önemli gelenek hala birçok yörede sürdürülmeye çalışılıyor. Anadolu’da insanlar özellikle bakır kaplarda pişen yemeklerin tadını hiçbir şeye değişmediklerini söylüyorlar…



El Sanatları İşleme Sanatları

İşleme Sanatları:

İşleme sanatları Kastamonu, Konya, Elazığ, Bursa, Bitlis, Gaziantep, İzmir, Ankara, Bolu, Kahramanmaraş, Aydın, İçel, Tokat, Kütahya gibi şehirlerimizde daha yoğun olarak yapılıyor, ancak iğne oyaları eski önemini kaybederek çeyiz sandıklarında varlığını korumaya çalışıyor.



21 Haziran 2011 Salı

Aşırı makyaj, daracık giysiler...

Aşırı makyaj, daracık giysiler... Çok değil bundan 10 yıl öncesine kadar belki kısa etek bile aileden izin almadan giyilemezken, günümüzde 12 - 16 yaşlarındaki ergen kızların yetişkin birer kadın gibi görünmeleri ve bu yönde davranmaları ebeveynleri endişelendiriyor.

Acıbadem Maslak Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uzmanı Dr. Arzu Önal, bu tarz davranışlar sergileyen ergen genç kızları ne tür tehlikelerin beklediğini ve bunu önlemek için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini anlattı.

19 Haziran 2011 Pazar

Karagöz Oyununda Hangi Malzemeler Kullanılır

Karagöz Oyununda Hangi Malzemeler Kullanılır
Karagöz Oyununda Kullanılan Malzemeler Nelerdir
Karagöz ve Hacivat




Karagöz’ün oynatıldığı beyaz perdeye “ayna” adı verilir.Perdeler önceleri 2 x 2,5m iken sonraları 110 x 80cm ebadında yapılmaya başlanmıştır. İç tarafta perdenin altında kurulmuş “peş tahtası” vardır. Eskiden peş tahtası üstüne tasvirler, hayal ağacı, def, şem’a, oyun metni vb. konulurdu.

Diksiyon » Ses Çıkışını Düzeltme

Güzel ve etkili konuşmada önemli bir konu sesin mükemmel çıkışıdır. Sesin mükemmel çıkışı ses çıkışı ile nefesin kullanımı arasında başarılı bir uyum oluşturulmasını gerektirir. Düzgün sesin dört temel özelliği vardır. Bunlar sesin “işitilme düzeyi)yükseklik)”, “sesin hız düzeyi”, “hoşa gitme/tını düzeyi”, “değişirlik/bükümlülük düzeyi”nden oluşmaktadır. Aşağıda bu özellikleri öğrenelim ve geliştirmeye çalışalım.
İşitilebilme-Yükseklik
Bazı insanların sesleri bir metre mesafeden bile güçlükle duyulabilmektedir. Böyle bir sesle yapılan konuşmanın anlaşılabilmesi son derece güçtür ve dinleyiciler dinlerken psikolojik gerginlik içerisine girerler.
Ses dinleyiciler tarafından işitilebilecek kadar yüksek olmalıdır. Normal ses kalabalık kitlenin en uzağına ulaştırılacak kadar yüksek çıkmalıdır. Ancak yüksek ses bağırmaya dönüşmemelidir. Bu anlamda eğer mikrofon kullanmıyorsanız özellikle konuşma yaptığınız topluluğun büyüklüğüne dikkat etmelisiniz. Hemen yanınızdaki bir arkadaşınıza 20 metre uzaktaki insana konuşur gibi konuşursanız sesin yüksekliğini hatalı kullanmış olursunuz. Sesin yüksekliği salonun büyüklüğüne göre ayarlanmalıdır. Ancak sesi yükseltirken “bağırma” tonu oluşturmamak çok önemlidir.
Dikkat edin: Kaç kişilik bir guruba konuşuyorsunuz? Salonunuz ne kadar geniş? Ortamda gürültü var mı? Sesiniz 20 metreden rahat duyulabiliyor mu? Yoksa mırıltı gibi mi çıkıyor? sesiniz yükselince bağırmaya dönüşüyor mu? Uygun ses yüksekliği dinleyici kitlesini tamamen ve rahatlıkla kuşatan sestir.

Lorca Dosyası “Federico Garcia Lorca hakkında…”

Lorca Dosyası
“Federico Garcia Lorca hakkında…”



Derleyen: Sinem Özlek


“LORCA DOSYASI” yazarın 2007-2008 sezonunda İBB ŞEHİR TİYATROLARI’nda ENGİN ALKAN yönetmenliğinde sahnelenecek “BERNARDA ALBA’NIN EVİ” adlı oyununun dramaturji çalışması merkezinde oluşturulmuş bir “derleme”dir.





Lorca’nın İspanya’sı


Şarkılarımız aşkın ve acının doruğuna ulaştığında, Arap ve Pers şairlerinin muhteşem ve dışavurumcu kardeşleri oluyorlar. Gerçek şudur ki Cordoba ve Granada’da hala Arap kültürünün izlerini bulabiliriz. Kayıp şehirler, Albaicin’in karanlık parşömenlerinden fırlayarak kendilerini hatırlatır.
Bu benzerlik en yoğun İran’ın ulusal şairi Hafız’ın şarap, güzel kadınlar, gizemli taşlar ve Şiraz’ın mavi gecelerinden bahseden aşka dair gazellerinde görülür.



İber yarımadasında yer alan, Atlantik Okyanusu’ndaki Kanarya Adaları ve Afrika’nın kuzeyindeki Ceula ve Melilla şehirleri de, topraklarında bulunan İspanya Krallığı; sadece dört mevsimin yaşandığı bir ülke değil. Aynı zamanda hem Katolik hem Müslüman köklü kültürünün, derin izlerini taşıyan, bir ucu Afrika diğer ucu Akdeniz’e uzanan bir Avrupa ülkesi aslında. Boğa güreşleri kadar Elhamra’nın da flemenko kadar çingenelerin de mirası, mirasçısı.

Arkası Dönük Erkek Resmi Karakalem, Man Drawing

Arkası Dönük Erkek Resmi Karakalem, Man Drawing

Arkası Dönük Erkek Resmi Karakalem, Man Drawing

14 Haziran 2011 Salı

Fikret Otyam'ın, Fazıl Say'ın Kepez konserinden esinlenerek yaptığı tablo

Fazıl Say tablosuna 10 piyano

Ünlü ressam-gazeteci Fikret Otyam'ın, Fazıl Say'ın Kepez konserinden esinlenerek yaptığı tabloyu, öğrenci ve okullara hediye edilmek üzere Yamaha firması, 10 piyano karşılığında satın aldı. Piyanolar sahiplerini bulmaya başladı.
Sanat Formları
Antalya Büyükşehir Belediyesinden yapılan yazılı açıklamada, Antalya Büyükşehir Belediyesinin düzenlediği, Fazıl Say'ın sanat yönetmenliğini yaptığı Uluslararası Antalya Piyano Festivali'nin, Türkiye'nin dört bir yanındaki müzik

12 Haziran 2011 Pazar

Heykelcilik - Kabartma Sanatı

Heykelcilik - Kabartma Sanatı

Hattuşa Kral Sarayında bulunmuş boğa biçimli tören kapları
Hitit sanatında heykelin önemi büyüktü, çünkü tanrı heykelleri yurtlarının kutsal simgeleri olarak görülüyordu. Tanrılar tasvirlerde genellikle sağ elde bir silah ya da başka bir araç tutmalarıyla, kutsal bir hayvanın üzerinde durmalarıyla ya da kanat gibi ek organlar taşımalarıyla ayırt edilirler. Kral Muvatalli Hitit başkentini Hattuşa'dan güneydeki Tarhuntaşşa'ya taşıdığı zaman, tanrı heykellerini de götürmüştü. Kral, kendisi Mısır’la uğraşırken, Kaşkaların başkete girip heykelleri ele geçirmesinden korkuyordu.

Kabartma örneği



Kabartma örneği


Yüzey üzerine yapılan yükseltme ya da çökertmelere rölyef (kabartma) denir. Alçak ve yüksek rölyef olmak üzere ikiye ayrılır. Yüzey üzerine yükseltilerek yapılıyorsa yüksek rölyef; çökertilerek yapılıyorsa alçak rölyef adını alır.
Üzeri işlenebilir malzemeleri şekillendirme. Kabartma, sanat kolları dahil endüstri, tarım ve günlük hayatta da kullanılır.

11 Haziran 2011 Cumartesi

Yağlı Boya Tablo Tablolar Resim Sergisi - Prof. Dr. Kutlu Sevin

Yağlı Boya Tablo Tablolar Resim Sergisi


Prof. Dr. Kutlu Sevin dinlenmek için kendisine ayırdığı zamanlarda bu sayfada takip edebileceğiniz yağlı boya tabloları yapıyor..
Kendi deyimiyle 'amatörce' olan yağlı boya resim çalışmaları bir profesyonelin fırçasından çıkmı gibi..





Karlı Dağlar

Karlı dağlar geçit vermez, Garip gönlüm ağlar gülmez, Nazlı yarim gitti gelmez, Tanrım niçin aldın o gül yüzlümü.
Garip gönlüm kanlar ağlar, Gözlerimden yaşlar akar O güzelim lüle saçlar, Kalem kaşlar bal dudaklar Gel bana yarim Tanrım al beni beni de.
Karlı dağlar yol ver bana, Söyle gidem hangi yana, Elden birşey gelmiyor, Tanrım kavuştur beni ona.
Erkin Koray




Göl Kenarı

Yağlı boya tablo ya da resim yapmak

Yağlı boya tablo ya da resim yapmak insanı bambaşka bir dünyaya götürüyor. Günlük olayları, problemleri unutturuyor. Bunun amaçla yağlı boya tablo yapmak için ayırabileceğiniz küçük de olsa ayrı bir oda gerekiyor. Bu odanın mutlaka iyi ışık alan bir penceresi olmalı. Aksi halde lamba ışığında renkler farklı görünebilir. Ayrıca sessiz sakin bir oda olmalı, rahatsız edilmemelisiniz. Tabii istediğiniz anda mesela ilham geldiğinde hemen yağlı boya tablo nuza devam edebilmeniz için resim sehpanız kurulu, yağlı boya tüpleriniz ve fırçalarınız hazır olmalıdır. Ben yeşili ve maviyi çok severim. Özellikle yeşilin çoğu yağlı boya tablo mda hakim olduğunu görebilirsiniz. Belki de yeşili biraz fazla kullanmış olabilirim. Ama çoğu tablo mu hiçbir zaman tek kat boyayarak bitirmedim. İstediğim renkleri ve şekilleri bulana kadar bazen kurudukça yeniden defalarca boyuyorum ya da renkleri tamamen değiştiriyorum. Örneğin deniz ve dalgalar tablomda dalgaları defalarca boyadım sanki her boyada dalga patlayıp kayboluyor, yeniden boyamam gerektiğini hissediyordum. Göl kenarı konulu tablolarım ise herhalde doğaya olan özlemimi yansıtıyor olsa gerek.



9 Haziran 2011 Perşembe

Kandil - Aydınlatma Aracı Olarak KANDİLLER



Ateşin kontrol altına alınmasıyla ortaya çıkan aydınlatma araçlarından kandil, aydınlatma işlevini koruyarak günümüze kadar gelmiştir. Antik Çağ’da mezar hediyesi, yeni yıl hediyesi, Tanrı’nın ışığı olarak kutsal anlam içermesi, adak olarak sunulması gibi işlevleri bulunan kandil, günümüzde şehirlerde dekoratif bir süs eşyası olarak kullanılırken, köylerde halen aydınlatma işlevini sürdürmüştür.
Aydınlatma işlevli kandiller önceleri sadece evlerde kullanılmış olmalıdır. İlk kandiller çanak şekilli olduğundan bunları taşımak zordu ve bunlar muhtemelen sabit duruyorlardı. Sonraları, kandil formunun değişmesi yani üzerinin kapanması ile bunlar genel mekanların, agoraların ve sokakların aydınlatılmasında baş rolde yer almışlar. İki burnu olan kandillerle (bilychnis) ikiden fazla burnu olan kandiller (polymyxus) daha çok cadde ve sokaklarda fazla ışık sağlamak amacıyla kullanılmışlardır.

Urartu Mimarisi


>Yaşadıkları ülkenin kayalık yapısı ve sert iklim koşullarına ayak uydurmayı başaran Urartuların en büyük ve özgün çalışmaları, mimari alanda olmuştur. Zira, büyük kaleler, kentler ile birlikte bu topraklarda yaşayacak tarıma dayalı bir toplum yapısı olmaksızın bölgede egemenlik kurmak, neredeyse imkansızdı. Urartulardan günümüze kalmış çok sayıda kale, kent, baraj, su bendi ve kanalı, karayolu ve kaya anıtları bu bayındırlık çalışmalarının en önemli tanıklarıdır. Ayrıca, ele geçirdikleri ülkelerde de savunma ve ekonomik amaçlı pek çok şehir kurmuşlardır. Urartularda mimarinin bu denli ileri gitmesinin en önemli nedeni, madencilik alanında ulaştıkları üst seviyedir. Zira bölgede bulunan gümüş, kurşun, bakır ve demir madenleri, VIII.-VI. yüzyıllar arasında yoğun bir biçimde işletilmiş ve demirden yapılan kazma, kürek, balyoz, kaldıraç ve murç gibi aletlerin yardımıyla pek çok mimari eser meydana getirilebilmiştir. Urartu mimarisi Asur mimarisinden farklı bir gelişme göstermiştir. Urartular genel olarak taş kaidelere basan ince, uzun ağaç direklerin hakim olduğu bir yapı tarzı kullanmıştır.


Bu mimari tarzı, teknik yönden olduğu kadar, sanat açısından da yetkin örnekler vermiştir. Arkeolojik araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılan şehirlerde çok fazla mimari kalıntı yoktur. Taş temel üzerine kerpiçten yapılan evler, dikdörtgen planlı bir odayla, ona bağlı at nalı biçimli bölümden oluşurdu. Yine dikdörtgen planlı çok katlı saraylar ise ortadaki büyük salona açılan değişik işlevli mekanlardan meydana gelmekteydi. Tapınaklar ise, kutsal oda, avlu ve yan odalardan ibaretti. Avlu dinî törenlerin yapıldığı, kurbanların kesildiği bir alandı. Burada sunakla birlikte üzerinde kurbanın kanının akıtıldığı, ortası delik sunak taşı yeralmaktaydı. Büyük bir salonun çevresindeki odalardan meydana gelen mezarlar, kayalara oyulmuştu. Odaların duvarlarında değerli eşyaların konulduğu Kaleler ise çeşitli amaçlara yönelik olarak yapılmışlardı. Bunlardan en önemlileri, idari merkez konumunda olanlardı. Bu türe giren kalelerde daima bir yönetici sarayı ile bir ya da birkaç tapınak bulunurdu. Tapınak, saray, yönetim binaları ve çeşitli işlikleri içeren bu Urartu kaleleri sık kuleli surlarla çevriliydi. Kimi kaleler ise yalnızca askeri amaçla inşa edilmekteydi. Nispeten küçük boyutlu olan bu türdeki tesisler, bir surla çevrili olmakla birlikte içinde önemli bir yapılaşmaya gidilmezdi. Bunlar büyük bir olasılıkla zor durumlarda, halkın ve askerlerin sığınması amacıyla kurulmuşlardı. Ayrıca daha çok tarımla uğraşan köylülerin oturduğu, tarım arazisi yüzeyinden hafifçe yüksekte sudan yoksun yerleşim yerlerine de rastlanmıştır.




>Urartular kuzeyden İskit-Kimmer akınlarına, güneyden Asur-Med tehditine karşı kale ve şehirlerini savunma kolaylığı nedeniyle yüksek tepelerde kurmuşlardır. Surları, tapınakları, su sistemleri, saray ve yönetim yapılarıyla anıtsal bir görüntü çizen şehirler, üstün bir inşaat ve mimarlık bilgisinin ürünleriydi. Buna en çarpıcı örnek, oldukça özenli işlenmiş 20-25 ton ağırlığındaki taşların sarp tepelere taşınarak bu binaların yapımında kulla-nılmasıdır. İç kale genellikle çok sarp ve yüksek bir tepeye kurulur, tepenin eteklerinde ise, asıl yerleşim alanı yeralırdı. Bir tehdit ya da saldırı anında şehirde ve çevresinde yaşayan ahali, kıymetli malları ve hayvanlarıyla birlikte şehre sığınırlardı. Rus arkeologlar tarafından Erivan yakınlarındaki Karmir Blur(=Kızıltepe)’da ortaya çıkarılan eyalet başkenti Teişabaini, Urartu şehir anlayışının tipik bir örneğidir. Büyük bir kesimi M.Ö. VIII. yüzyıla tarihlenen yerleşimin iç kalesi, 1600 metrekarelik bir alanı kaplamaktadır. Kral sarayının da bulunduğu iç kalenin eteklerinde, birbirine paralel sokaklarla bölünmüş asıl yerleşme yeralmaktadır.

>Bir başka eyalet merkezi de Erzincan yakınlarındaki Altıntepe’de ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. VIII. ve VII. yüzyıllar arasına tarihlenen Altıntepe, küçük bir yükseltinin üzerindeki yönetim merkezinden ibarettir.

Van’ın 2 kilometre kuzeydoğusunda yeralan Toprakkale, I Rusa’nın Rusahinili adıyla kurduğu bir başka Urartu başkentidir. M.Ö. 585 yılından sonra terkedilen yerleşme, Med istilası sırasında yakılıp yıkılmıştır.

>BAŞKENT VAN, KALESİ ve MİMARİSİ:
Van ilimizin 5 kilometre batısında Van Gölü kıyısında yeralan, Asurluların Turuşpa dedikleri başkent Tuşpa (Van), Urartu Krallığı’nın en uzak sınır noktalarına kadar dağılmış kalelerinden kuşkusuz en görkemlisidir. I. Sarduri’nin kurduğu bu şehir, 1918 yılına kadar yerleşim merkezi olarak da önemini korumuştur. Havzanın en büyük ve bereketli düzlüğü olan Van Ovası’ndaki Tuşpa kenti, doğu-batı doğrultusunda 1200 metre uzunluğunda, yaklaşık 100 metre genişliğinde ve ortalama 80 metre yüksekliğinde kireçtaşından bir kayalık ve çevresinde kurulmuştu. Böylesine sarp bir kayalığın üzerinde kurulmuş olmasına karşın, yine de iri taş bloklardan yapılmış sağlam surlarla çevrilmişti.




>I. Sarduri, Menua ve I. Argişti’nin kendi dönemlerini ve yaptıkları işleri anlatan yazıtları kayalara ve surların üzerine kazılıdır. Halen kazıların sürdürüldüğü şehrin akropolünde, kutsal alanlar, yönetim yapıları, kaya mezarları ve yazıtlar ortaya çıkarılmıştır. Erken saraylar ve tapınaklar akropolün en yüksek noktasındaki iç kalede kuruluydu. Bu bölüm hala ayakta duran ayrı bir savunma sistemiyle korunmaya alınmıştı. İç kaleden günümüze ulaşan Urartu dönemi kalıntısı ise oldukça azdır. Urartu Krallığı’ nın çeşitli dönemlerinde başa geçen kralların Tuşpa Kalesi’nde inşa ettirdiği farklı nitelikteki yapılardan ancak küçük bir kısmı günümüze kadar ulaşabilmiştir. Bu yapılardan en önemlileri, kalenin kuzeybatısındaki I. Sarduri’nin yaptırdığı Sardurburcu (=Madırburç), iç kalenin etrafını çeviren sur duvarları, kalenin güney uçurumunda ve güneydoğusunda yeralan kral kaya mezarları ve batı yamacındaki II. Sarduri döneminde inşa edilen ve halk arasında Analı-kız olarak adlandırılan açık hava tapınağıdır. Bu kutsal alan, anıtsal niş leri ve bazalttan yapılmış dikilitaşlarıyla Urartuların dine verdikleri öneme işaret etmektedir.

Van Kalesi’nin kuzeybatı ucuna inşa edilen Sardurburcu, dikdörtgen bir plana sahiptir. Burç, ağırlıkları 20-25 tonu bulan çok büyük kireçtaşı bloklardan yapılmıştır. Bu taş bloklar, Van’a 15 kilometre uzaklıktaki Alniuni taş ocağın-dan getirilmekteydi. Yapının doğu ve batıdaki uzun duvarları üzerinde farklı seviyelerde yeralan, I. Sarduri’ye ait aşağıdaki yazıt, altı kez tekrar edilmiştir: “Lutipri oğlu Sarduri’nin yazıtı; büyük kral, güçlü kral, dünya kralı. Nairi Ülke-si’nin kralı, eşi olmayan kral, halkın çobanı, savaştan korkmayan kral. Ben Lutipri’nin oğlu Sarduri, krallar kralı, bütün krallardan haraç alan kral, Lutipri oğlu Sarduri böyle konuşur:Bu taşları Alniunu kentinden getirdim ve bu duvarı inşa ettim.” Sardurburcu’nun işlevi hakkında kesin bir bilgi yoktur. Van Gölü sularının Urartu çağında olduğu gibi, M.S. XVII. yüzyıla kadar Van Kalesi’ nin batı eteklerine kadar ilerlediği bilinmektedir. Bu nedenle Sardurburcu’nun, göl ile kalenin birleştiği bu kısımda bulunması, Urartular zamanında tahkim edilmiş bir iskele olduğunu gösterebilir. Son yıllarda birkaç metre yükselen Van Gölü, bu burca ulaşmak üzeredir.

Kayalara oyulmuş Urartu anıtlarından en görkemlisi kuşkusuz, kral mezarlarıdır. Kayalığın güney yamaçları üzerindeki bu anıt-mezarlar, geniş ve yüksek bir salon ile, bunun çevresindeki odalardan oluşmaktadır. İçine çok sayıda insanın gmülebildiği bu oda-mezar anlayışına, Van bölgesinde Erken Demir Çağı’ndan yani M.Ö. 1000 yıllarından beri rastlanmaktadır. Oldukça basit olan Urartu Krallığı öncesi bu mezarlar yanında Van Kalesi’ndeki kral mezarları, görkemli cephe ve kapılarıyla dünyanın en erken mezar-anıtları durumundadır. Bunlardan kayalığın güneybatı ucundaki, I. Argişti’ye aittir. Ön cephesine kralın siyasi ve askeri başarılarını anlatan yazıtlar kazılı olan bu mezarda, öndeki ana salonun etrafında, duvarları nişli beş oda daha bu-lunmaktadır. Mezar odalarına cesetler, yüksek sekiler ya da tekneler içerisi-ne taş, tunç ya da pişmiş toprak sandukalar içinde yatırılarak zengin armağanlarla birlikte bırakılmıştır. Bunun yanında kimi cesetlerde yakılmış, urneler içine konarak saklanmıştır. Kalenin doğu ucunda, içine yalnızca urnelerin konduğubir anıt-mezar bulunmaktadır. Ağızları kapatılan urnele-rin üzerine ruhun kolayca girip çıkabilmesi için birkaç delik açılmıştır.

>Tuşpa kentinin halk mezarlığı ise, akropolün 1.5 kilometre kadar kuzeyinde Altıntepe (Erzincan yakınlarındaki Altıntepe’den farklı) denen geniş bir ala-na yayılmıştır. Burada cesetler, daha çok yumuşak kayalara oyulmuş, irili-ufaklı mezar odalarına bırakılmıştır. Aynı aileden çok sayıda cesedi barındı-ran bu oda-mezarların işçiliği, soyluların mezarlarına kıyasla oldukça basit ve özensiz kalmaktadır. Bunun yanında, cesetlerin doğrudan doğruya gömüldüğü tek kişilik basit toprak mezarlarla, yakılıp küllerinin urnelere konulduğu farklı gömü tarzları da bulunmaktadır.

>AŞAĞI ve YUKARI ANZAF KALELERİ:
stanbul Üniversitesi Eskiçağ Tarihi Ana Bilimdali Başkanı Oktay Belli başkanlığındaki bir heyet tarafından 1991 yılında kazısı başlatılan ve hala devam eden Aşağı ve Yukarı Anzaf Kalelerinin önemi, Urartu Krallığının başlangıç dönemine ait olmalarıdır. Bu kazılar, Urartuların kuruluş dönemlerindeki tarihine ışık tutmakla kalmamış, Urartu mimarisi, dini ve sanatı hakkında da çok önemli bilgiler vermiştir.

Bu kale, yukarıda bahsettiğimiz başkent Tuşpa’ nın (Van Kalesi) 11 km. Kuzeydoğusunda, günümüzde kullanılan Van-İran kara ve demiryolunun hemen yakınında bulunmaktadır. Savunma yönünden çok önemli bir yerde bulunan Aşağı Anzaf Kalesi, doğuda Kuzeybatı İran ve kuzeyde Transkafkasya’dan gelerek başkent Tuşpa’ya inen tarihi karayollarının son kesişme noktasında kurulmuştur. Bugünkü Türkiye-İran sınırının batısından başlayan ve Van Gölü’ne doğru daralan Erçek-Özalp-Saray Ovası’nın en dar yerinde bulunan Aşağı Anzaf Kalesi, özellikleri bakımından Doğu Anadolu Bölgesi’nin benzersiz yapılarından biridir. Bu nedenle Aşağı Anzaf Kalesi, hem Yukarı Anzaf Kalesi’ne hem de Urartu başkenti Tuşpa ve Rusahinili (Toprakkale)’ye doğu ve kuzey yönlerinden gelecek tehlikelere karşı bir ön-karakol görevi üstlenmiştir.

Aşağı Anzaf Kalesi, İşpuini (M.Ö. 830-810) tarafından kurulmuştur. Şu ana kadar 5 tanesi bulunmuş olan inşa yazıtında, şu metin tekrar edilmektedir:
“Tanrı Haldi’nin gücü sayesinde Sarduri oğlu İşpuini bu kaleyi mükemmel bir şekilde inşa ettirdi. Güçlü Kral, Büyük Kral, Bia Ülkelerinin Kralı.”

Kale, deniz seviyesinden 1900 metre yüksekliğinde fazla engebeli olmayan kalker bir tepe üzerinde kurulmuştur. Kayalığın biçimine paralel olarak kuzey-güney doğrultusunda uzanan Aşağı Anzaf Kalesi, 62x98 metre boyutlarında dikdörtgen bir plana sahiptir. Yaklaşık olarak 6000m2’lik bir alan üzerine kurulan kale, “kiklopik teknik” adı verilen bir yöntemle oldukça sağlam ve yüksek duvarlarla çevrelenmiştir. Bugün 3.5-4 metre yüksekliğinde olan kale duvarları, iri kalker bloklardan yapılmıştır.

Aşağı Anzaf Kalesi’ni aynı dönemde kurulan Van Ovası’nın kuzeyindeki Kalecik ve aynı ovanın güneyinde bulunan Zivistan kalelerinden ayıran en önemli özelliği, savunmayı kolaylaştıran ve üstündeki blokların yüksek yapıların ağırlığına dayanmasını sağlayan kurtin ve bastiyonlara duvarlarında rastlanılmamasıdır.
Kalenin kuzey duvarının 24 metre güneyinde, kalenin doğu ve batı sur duvarlarını bir omurga gibi birleştiren ilginç teras duvarı, oldukça özenli bir işçiliği yansıtmaktadır. Ortalama 50 cm. yüksekliğindeki teras duvarının kuzeyinde, tabanı büyük kerpiç bloklarla özenli bir şekilde kaplamış olan 1300 m2’lik boş bir alan bulunmaktadır. Dikdörtgen planlı bu alanın, kuzeyde terasa açılan büyük yapılarla bağlantılı olarak bir iç avlu gibi kullanılmış olduğu anlaşılmaktadır. Aşağı Anzaf Kalesi’nin askeri amaçlarla kullanılmış olduğunu göz önüne alacak olursak, üstü açık ve çevresi yüksek kale duvar-larıyla çevrili bu alanın, askeri garnizonun kullandığı bir iç avlu olduğu ortaya çıkmaktadır. Kuzeyde terasa açılan büyük Urartu yapılarının hemen hepsi, ne yazık ki Ortaçağ yerleşimcilerinin yapmış olduğu aşırı tahribata maruz kalmıştır. Ayrıca şu an için açıklayamadığımız bir başka olay ise, Aşağı Anzaf Kalesi’nin ne zaman ve ne şekilde tahrip edildiğidir. Zira yukarda sözünü ettiğimiz aşırı tahribat herhangi bir kanıtın bulunmasını engellemektedir.

Kalenin kapısı güney sur duvarları üzerinde bulunmaktadır. Ancak Ortaçağ düşünce yapısının günümüzde de devam etmesi sonucu, güney sur duvarları Van-Özalp-Saray-İran modern karayoluna kurban edilmiş; 1980 yılında Van Karayollarına bağlı dozerler tarafından acımasızca yıkılmıştır. Yapılan bu şiddetli tahribattan kapı, kapının batısındaki yapılar, sur duvarları, kapının güneyindeki yol bağlantısıyla sivil yerleşim merkezine ait konut kalıntıları çok büyük ölçüde zarar görmüştür. Örneğin, yol bağlantısının ve kapının 2.5-3 metre derinliğindeki güney duvarları ve taban döşemesi temelleriyle birlikte tahrip edilmiştir. Bu nedenle kapının her iki yanında kapıyı koruyan kulelerin yer alıp almadığını kesin olarak bilemiyoruz. Dozerler tarafından tahrip edilen taşlar arasında bulunan çivi yazılı iki büyük taş üzerindeki inşa yazıtının da kapı girişindeki avlu duvarlarında bulunduğu sanılmaktadır. Her iki yazıtta da, kalenin İşpuini tarafından yapıldığı belirtilmektedir.

Doğu ile batı duvarları iri kalker taşlardan yapılmış dikdörtgen biçimli kapı odası, 5 metre genişliğinde ve kuzey yönüne doğru 7 metre derinliğindedir. Bu haliyle bile bu kapı, şu an için bilinen Urartu hisar kapılarının en eski örneğini oluşturmaktadır. Kapı büyük bir olasılıkla çift kanatlıydı.

YUKARI ANZAF KALESİ: Aşağı Anzaf Kalesi’nin 900 metre güneyinde yer alan Yukarı Anzaf Kalesi, İşpuini’nin oğlu Menua (M.Ö. 810-786) zamanında yapılmıştır. Kurulduğu tarihten yıkılışına kadar geçen 200 yıllık bir süre bo-yunca kalenin içinde yapılan çeşitli dönemlere ait yapılar, Urartu mimarisi-nin geçirdiği gelişim evrelerini tüm canlılığı ile yansıtmaktadır. Aşağı kaleden 10 kat daha büyük olan Yukarı Anzaf Kalesi, yaklaşık olarak 60 bin m2’lik bir alan üzerinde yeralmaktadır. Yukarı Anzaf Kalesi, Aşağı Anzaf’tan farklı olarak çevresindeki verimli topraklarda yapılan tarımdan elde edilen ürünlerin depolandığı çok önemli bir üretim merkezi olarak kurulmuştur. 1 km. Doğuda bulunan ve Kral Menua tarafından yaptırılan küçük barajda biriktirilen sular, tarımın bu kadar gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Asıl ilginç olan, Yukarı Anzaf Barajı’nın geçirmiş olduğu küçük onarımlarla günümüzde bile görev yapmasıdır. Çünkü bu barajda biriken sular olmadan, kuzey yönüne doğru uzanan verimli topraklarda tarım yapmak mümkün değildir. Kalenin hemen güneyinde bulunan ve çevresi kalın bir duvar ile çevrelenen Aşağı Kent ise, 141 bin m2’lik bir alanda kurulmuştur. Günümüzdeki Dereüstü (Anzaf) Köyü sınırları içinde kalan ve kale ile birlikte planlanarak yapılan Aşağı Kent, erken dönem Urartu yerleşim merkezlerinin en önemli örneklerinden birini oluşturmakta-dır. Yukarı Anzaf Kalesi’ni çevreleyen sur duvarları, Aşağı Anzaf’ta görmediğimiz bir şekilde kurtin-bastiyon tekniğinde yapılmıştır.

Yukarı Anzaf Kalesi, Urartu Krallığı’nın en önemli kült merkezlerinden birini oluşturmaktadır. Krallığın ulusal tanrısı Haldi adına yaptırılan en eski kare planlı tapınak, Yukarı Anzaf Kalesi’nde bulunmaktadır. Ayrıca kalenin doğusu ve kuzeybatısındaki kayaların düzeltilmiş bölümlerine, çeşitli biçimlere sahip anıtsal kaya işaretleri yapılmıştır. Kayalıklara büyük bir özenle oyularak yapılan 22 işaret, kalenin kutsallığını simgelemektedir. Kral Menua döneminde yaptırılan kalelerin hiçbirinde bu denli zengin ve anıtsal kaya işareti görülmemektedir. Urartu başkenti Tuşpa ve Meher Kapısı’nın yakınında bu kadar çok anıtsal kaya işaretinin bulunmadığını gözönüne alırsak, Yukarı Anzaf Kalesi’nin önrmli bir dinsel merkez olduğu kolayca anlaşılabilir. Ayrıca tapınağın batısında Tanrı Haldi’ye adanan eşya ve silahların konulduğu küçük odada bulunan adak kalkanı üzerine betimlenen ve bugüne kadar benzerine rastlanılmayan Urartu tanrıları da, kalenin kült merkezi olduğu konusunda bilgi vermektedir.

Aşağı Kent’in üç yanı 2 metre kalınlığında bir sur duvarı ile çevrelenmekte ve kuzeyde yükselen Anzaf Kalesi’nin güney duvarlarıyla birleşmektedir. Bu kadar geniş bir alana yayılan kentin, birden çok kapısı olduğu anlaşılmaktadır. Prof Dr. Oktay Belli başkanlığındaki kazı ekibinin ortaya çıkardığı 4.30 metre genişliğindeki Doğu Kapısı, Doğu Anadolu’daki kent kapılarının biçimi, büyüklüğü ve inşa tekniği konusunda önemli bilgiler vermiştir. Kapı girişi Ermenistan’da bulunan Karmir Blur’daki (=Teişebaini ya da Kızıltepe) kentin kuzey kapısı gibi, iki duvar arasındaki bir boşluktan oluşmaktadır. Doğu kapısının kent halkı tarafından, kalenin doğu eteklerinde çok geniş bir alana yayılan tarım alanlarına ve Yukarı Anzaf Barajı’na gitmek için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Kapı, Kral Menua döneminde Kale ve Aşağı Kent ile birlikte planlanarak yapılmıştır. Bu nedenle Doğu Anadolu, Transkafkasya ve Kuzeybatı İran bölgelerinde yeralan yerleşim merkezlerindeki kent kapı-larının şimdilik en erken örneğini yansıttığı söylenebilir.

DEPO, MUTFAK ve PİTOSLU YAPILAR: Kalenin batı sur duvarına bitişik olarak yan yana birçok depo odası yapılmıştır. İki katlı olduğu anlaşılan odaların ilk katları gibi bodrumların batı duvarları da, doğuda bulunan birden fazla kata sahip yapıların batı yönüne doğru şiddetli bir şekilde yıkılıp akmasıyla, kalenin batı sur duvarlarıyla birlikte temellerine kadar yıkılmıştır. Kuzey kapı avlusunun hemen güney batısından başlayan ve kuzeye doğru yan yana yapılan dört bodrum odası farklı büyüklüklere sahiptir. Yan yana yapılan depo odalarını birbirinden, ortalama dört metre genişliğinde bir ara duvar ayırmaktadır. Toplam beş bodrum odasında da herhangi bir kapı girişinin bulunmaması, bu odalara ilk kattan merdiven ile girildiğini göstermektedir. Duvarları beyaz badanalı ve tabanları sıkıştırılmış kilden özenli bir şekilde yapılan bu odaların birinin mutfak, diğerlerinin de depo olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Güneybatı köşede, kare planlı odada bulunan ocak ve fırın, bu odanın mutfak olarak kullanıldığını göstermektedir.

Haldi Tapınağı’nın kuzeybatısında yan yana iki ayrı odadan oluşan mutfak-lar, ortalama 2.5 metre genişliğinde ve 3.5 metre yüksekliğinde bir ara duvar ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Bu odaların duvarları da sıvanarak beyaz badana ile boyanmıştır. Ara duvarın kuzeyinde bulunan mutfak odasının çe-şitli yerlerinde toplam 9 tandır ve 2 pitos ortaya çıkarılmıştır. Ne yazık ki pitos ve tandırlar doğuda yükselen yapıların batı yönüne doğru yıkılmasıyla, 2.5-3 metre kalınlığında bir taş ve toprak tabakasının altında kalarak tahrip olmuşlardır. Mutfakta çok sayıda çanak ve çömleğin yanısıra, ezgi taşları ve taş kaplara da rastlanmıştır. Bunların yanında pek çok metal eşya, silahlar örneğin çok sayıda demirden yapılmış bıçak, olta ve demir bir külçe de bulunmuştur.

>Güney odasını ayıran ara duvarın önünde, tabana açılan dikdörtgen biçimli erzak çukurundan ise, büyük miktarda karbonlaşmış tarım ürünleri ortaya çıkarılmıştır. Botanikçiler tarafından yapılan incelemelerde, bunların az bir bölümünün yabani nohut (Cicer anatolicum) ve çok büyük bir kısmının da mercimek (Lens culinaris) olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca önemli miktarda küçük yumrular halinde beyaz, mavi, kırmızı (hematit) ve sarı (limonit) toz boya parçaları bulunmuştur. Bilindiği gibi Urartu kalelerindeki tapınak, saray, harem ve kabul salonlarıyla birçok odanın duvarları renkli boyalarla çeşitli resim, bitki ve geometrik motiflerle süslenirdi.

>Pitoslu yapılara gelince, bunlar mutfak yapılarının güneydoğusunda yeralmaktadır. Prof Dr. Oktay Belli başkanlığında yapılan kazılarda 1998 yılına kadar iki pitoslu oda ortaya çıkarılmıştır. Her iki oda da 4.5x10 metre büyüklüğünde dikdörtgen bir plan göstermektedir. Batıdaki odada, toprak seviyesinden 1.5 metre derinlikte, gövdelerine kadar tabana gömülmüş yanyana 12 pitos bulunmuştur. Aslında bu odada her bir sırada yanyana 7 tane olmak üzere, üç sıradan 21 tane pitosun olması gerekmektedir. Her birinin ağız çapı farklı olan pitosların oldukça büyük ve derin oldukları görülmüştür. Bu odayı doğusunda bulunun diğer odadan, sıvalı ve mavi boyayla badana edilmiş biri ara duvar ayırmaktadır. Doğudaki odada da yine gövdelerine kadar toprağa gömülmüş 13 pitos çıkarılmıştır. Buradaki pitos sayısının da 21 olması gerkmektedir. Her pitos ortalama 1000 litreden fazla şarap almaktaydı. Bu odanın kerpiçten yapılmış doğu duvarında yan yana dört adet niş açılmıştır. Benzerlerine, Urartuların diğer pitoslu yapılarında rastlanılmayan bu ilginç görünümlü nişlerin içine, çeşitli eşya, kap ve aydınlatma araçları konulmaktaydı.

>BÜYÜK KULE, KUZEY ve GÜNEY KAPILARI: Anıtsal bir görünüme sahip olan Kuzey ve Güney kapıları ile bunları koruyan Büyük Kule, kalenin güneybatı sur duvarları üzerinde yeralmaktadır. Oldukça korunaklı bir yere yapılan her iki kapı da, doğudan batıya doğru esen sert rüzgarlardan etkilenmemektedir. Kapıların ikinci ve belki de en önemli özelliği, cepheden yani batıdan bakıldığı zaman, kesinlikle görülmemesidir. Böylece her iki kapıya da gizlilik özelliği kazandırılmıştır. Anıtsal bir kule ile güçlendirilen her iki kapıya da savunma yönünden çok büyük önem verildiği görülmektedir. Dış görünüm ve tasarım yönünden bu tür hisar kapılarının benzerlerine, şimdiye kadar Urartu Krallığı’nın etkisi altındaki topraklarda rastlanılmamıştır.

Çok büyük bir kaya kütlesinin kuzeybatı yönüne, 11x8 metre büyüklüğünde, kareye yakın bir biçimde yapılmış olan kulenin doğusu, kayalık alan ile birleştirilmiştir. Anıtsal ve etkiliyeci bir görünüme sahip olan Büyük Kule, toprak seviyesinden günümüzde 7 metre yükesekliğinde ise de o zaman için çok daha yüksek olduğu sanılmaktadır. Özenle işlenmiş iri kalker taşlardan yapılan kulenin üzerinde kerpiçten yapılmış odaların olduğu ve buralarda nöbetçilerin kaldığı sanılmaktadır. Bu ilginç kule şimdilik Urartu hisar kapılarını koruyan en eski kule örneğini oluşturmaktadır.
>Büyük Kule’nin güneyinde, Güney Kapısı’na geçit veren üstü açık üçgen biçiminde bir avlu bulunmaktadır. Bu avludan güney kapısına merdivenlerle ulaşılmaktaydı. Ancak güney kapısı büyük ölçüde tahrip edilmiş olduğun-dan, kaç metre genişliğinde olduğunu bilemiyoruz. Aşağı Kent’ten gelen ve ters “U” şeklinde bir güzergahı izleyerek ulaşılan güney kapısı, arabaların ve hayvanların geçmesine elverişli değildi. Kapı avlusundan sonra güneydoğu yönüne doğru devam eden yol, tapınak ve çevresindeki yapılara gitmektedir.

>Güney Kapısı’na kıyasla daha anıtsal yapılan Kuzey Kapısı, Büyük Kule’nin hemen batı yüzünde yeralmaktadır. Büyük Kule’nin batı yüzüne 2 metre ge-nişliğinde ve 3.40 metre derinliğinde kapının doğu kanadının duvarı yapılmıştır. Doğu kanadı duvarının Büyük Kule ile birlikte tasarlanarak yapıldığı anlaşılmaktadır. Kapı kanadı duvarının mevcut toprak seviyesinden yüksekliği 2.30 metredir. M.Ö. VII. yüzyılda Kuzey Kapısı üzerinde değişiklikler yapılmış, genişliği 3.80 metreden 1.60 metreye düşürülmüştür. Bunun için doğu kapı kanadının önüne 60 cm., batı kapı kanadının önüne de 1.60 metre genişliğinde ek duvar yapılmıştır. Kapının ilk halinin çift kanatlı olduğu, 1.60 metreye indirildikten sonra tek kanatlı bir kapıya dönüştüğü anlaşılmaktadır. Bunun nedeni, o tarihlerde bölgede meydana gelen şiddetli bir deprem sonucu kalenin mimari yapısında gerçekleştirilen bir değişiklik olabilir. Fakat benim düşüncem, oldukça stratejik bir konumda bulunan kalenin savunmasını kolaylaştırmak amacıyla bu değişikliğin yapılmış olduğudur. Kalenin ve kapının M.Ö. VII. yüzyılın sonunda İskit saldırıları sonucu büyük ölçüde yanması bu görüşümüzü desteklemektedir. Zira kaleye yapılan saldırı savunma yönünden oldukça iyi planlanan ve adeta bir ölüm tuzağı haline getirilmiş kapılardan yapılmamıştır.Yangın öylesine şiddetli olmuştur ki, alevlerden kalker taş duvarlar patlamış, bu duvarlar üzerinde bulunan kerpiç yapı taşları yanarak kırmızı renkte tuğlalara dönüşmüş ve kapının kuzeyinde bulunan iç avlunun tabanı yaklaşık 70-80cm. kalınlığında kül ve kömür tabakası ile kaplanmıştır.

>Kuzey Kapı avlusunda yapılan kazı çalışmalarında, kaleye saldırı sırasında, içeriden dışarıya çıkmak isterken dumandan boğularak ölen ve yanan pek çok hayvan iskeleti bulunmuştur. İskit saldırısı sırasında, Aşağı Kent’te otu-ran halk, özel eşyaları ve hayvanları ile birlikte kaleye sığınmışlardı. Fakat çıkan panik sırasında kapalı olan kapıdan çıkamayan yüzlerce hayvan, çıkan dumandan boğularak üst üste yığılmışlardır. Ortaya çıkarılan hayvan iskelet-lerinin % 60’ı yanarak kömürleşmiş, daha sonra Büyük Kule’nin kerpiç duvarlrının yıkılmasıyla tonlarca ağırlıktaki taş ve toprağın altında kalarak geniş bir alana yayılmışlardır. Bu nedenle iskeletlerden hiç biri tam değildir. Yapılan çalışmalar sonucu bu iskeletlerden 81’i büyük baş 452’si de küçükbaş hayvanlara aittir. Büyükbaş hayvanların hemen hepsi sığır, küçükbaş hayvan kalıntıları da koyun ve keçilere aittir. Ayrıca bunların yanı sıra 1 adet köpek ve yine 1 adet tavşan iskeleti bulunmuştur. Bu sayılar, Urartularda hayvancılık konusunu incelemek açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca bölgedeki hayvan faunası da daha iyi anlaşılacaktır.

>TAPINAK: Urartu Krallığının ulusal tanrısı Haldi’ye adanan tapınak, kalenin 1995 metre ile en yüksek noktası olan güney kesimine yapılmıştır. 13.40 metre büyüklüğündeki kare planlı tapınağın tabanı, ana kayanın düzeltilmesi ile elde edilmiştir. Duvar kalınlığı ise 2.5 metredir. Tapınağın kuzey yönündeki kapısı, oldukça etkileyici bir görünüme sahip olan Süphan Dağı’na bakmaktadır. Zaten daha sonraları II. Rusa, Urartu panteonuna Eudiri (Süphan) Dağı’nı bir tanrı olarak ekletmiştir. Ne yazık ki, tapınağın içi ve avlusu büyük bir Ortaçağ yerleşimine sahne olduğundan, aşırı şekilde tahrip edilmiştir. Öyle ki tapınağın kuzey ve batı duvarları temellerine varıncaya kadar sökülmüştür. Tapınak tabanını oluşturan düzeltilmiş kayalı-ğın çatlak kısmına dikey olarak çakılan demirden mantar başlı küçük murç, Urartu tapınaklarının temellerine konulan metal eşya ve silahların şimdilik en eski örneğini oluşturmaktadır. Tapınağın doğu duvarı, bu yönden esen şiddetli rüzgarları engellediği için, Ortaçağ yerleşimcileri tarafından tahrip edilmekten kurtulmuştur. Bu duvarın kuzeydoğu köşesinde, tapınak inşa yazıtı bulunmaktadır. Yine bu yerleşimciler tarafından kırılmış olduğundan, parçalar halinde ele geçirilen çivi yazılarının ise, tapınağın kuzeybatı köşe-sindeki inşa yazıtına ait olduğu sanılmaktadır. Bu yazıtlar aynı içeriğe sahiptir. Kuzeydoğu köşe duvarında bulunan inşa yazıtı, taşın her iki yüzüne yazılmıştır. Altı satırdan oluşan asıl metin, yok edilmeye karşı bir önlem olmak üzere, taşın doğu yüzüne iki kez, kuzey yüzüne de bir kez aynı şekilde yazılmıştır. Metinde şunlar okunmuştur:

“Tanrı Haldi’nin gücü sayesinde İşpuini oğlu Menua, Tanrı Haldi’ye, efendiye, bu tapınağı ve bu kaleyi mükemmel bir şekilde inşa ettirdi.”

Bu yazıtın yine Kral Menua tarafından yaptırılan Patnos-Aznavurtepe ve Körzüt kalelerindeki tapınak yazıtlarından en önemli farkı, Menua’nın yapmış olduğu askeri eylemlerden hiç söz edilmemiş olmasıdır. Bu yüzden bu tapınağın Kral Menua’nın ilk yıllarına ait olduğu anlaşılmaktadır. Böylece Yukarı Anzaf Kalesi’nin tapınağı, şu an için en eski Urartu tapınağını oluşturmaktadır.




Haldi Tapınağı’nın tıpkı Çavuştepe (Sardurihinili) Yukarı Kale, Altıntepe ve Arin-Berd (Erebuni)’deki tapınaklar gibi yalnızca bir celladan ibaret olmayıp, batısında yeralan avlu ve avluya açılan odalarla bir yapı bütünlüğü oluşturmaktadır. Tapınağın batısında yeralan avlu ve odalara, ana kayadan oyularak açılan uzun bir koridordan geçilmektedir. Kalker kayalığın büyük bir özenle oyulmasıyla yapılan koridorun mevcut uzunluğu 9.5 metredir. Bu koridor, batıdan doğuda odaların bulunduğu yere doğru genişlemektedir. Koridordan doğudaki tapınak alana girişi sağlayan ilk kapı, koridorun her iki tarafına karşılıklı örülen birer kapı kanadı duvarıyla oluşturulmuştur.

>Kapı boşluğunun hemen kuzeydoğu köşesinde bulunan ahşap kapı direği, kapı ile birlikte, şiddetli bir şekilde yanarak kömürleşmiştir.Yangının şiddetinden duvarda bulunan kalker taşlar bile patlamıştır. Ahşap üzerine kabara çivilerle perçinlenen bronz parçalarından, kapının bir zamanlar bronz levhalarla kaplı olduğunu anlıyoruz. Burada bulunan küçük odaya, Tanrı Haldi’ye adanan bronz ve demirden yapılmış çeşitli eşya ve silahların konulduğu görülmüştür. Ancak az önce söz ettiğimiz şiddetli yangından dolayı, bronz levhalar ile birlikte diğer bronz eşya ve silahlar da büyük zarar görmüş; oluşan yüksek ısı nedeniyle eriyerek form değiştirmişlerdir. Tanrı Haldi’ye adanan eşya ve silahların konulduğu 8 metrekarelik bu odada bulunan demirden yapılmış silahlar arasında bıçaklar, ok uçları ve çeşitli büyüklükteki mızrak uçları yeralmaktadır. Bronzdan yapılmış eşya ve silahlar ise, fibula, miğfer, miğfer yanaklıkları, adak halkaları, kalkan ve kalkan tutamakları, disk, zırh pulları, at koşum takımına ait çeşitli eşyalar, boğumlu bilezik, ok uçları ile hangi tür eşya ve silaha ait oldukları kesin olarak anlaşılamayan yüzlerce bronz levhalardır. Yine bu odada bulunan iki omuzlu ve mahmuzlu bronz ok ucu ise, kalenin İskitler tarafından tahrip edilmiş olabileceği görüşlerini kuvvetlendirmektedir.

ÇAVUŞTEPE KALESİ:
Urartu kalelerinden günümüze en iyi durumda kalmış olanı, Van’ın 25 kilometre güneydoğusunda Gürpınar yakınlarında yeralan Çavuştepe’dir. II. Sarduri’nin başarılarla dolu saltanatının en iyi yansıması olarak nitelendirilen bu kaleye, kurucusu olan kralın adıyla Sardurihinili adı verilmiştir. Kale Gürpınar Ovası’nın ortasında, doğu-batı doğrultusunda uzanan ince-uzun bir kayalık üzerine kurulmuştur. Çavuştepe Kalesi, İran’dan krallığın merkezine doğru uzanan tarihi yolu denetlemek amacıyla inşa edilmişti. Bu stratejik öneminin yanı sıra (belki de bu önemi nedeniyle), ekonomik, yönetimsel ve dinsel işlevleri de bünyesinde toplayan büyük bir merkez konumundaydı. Çevresi kesme taş ve kerpiçten görkemli surlarla kuşatılmış, doğu ve batıdan yapay hendeklerle koruma altına alınmıştı.

Yukarı Kale ve Aşağı Kale olmak üzere iki tepe üzerinde bulunan şehirde, tapınaklara ayrılmış bir alanın varlığı dikkati çekmektedir. Urartu yerleşimlerinde ilk kez rastlanılan bu tip kutsal alan anlayışı, şehrin önemini ortaya koymaktadır. Örneğin, Yukarı Kale’de bir Haldi (Khaldi) Tapınağı bulunmaktaydı. Etrafı surlarla çevrili bu alanın en yüksek kesiminde, girişi doğuya bakan kare planlı bir kule-tapınak yükseliyordu. Önünde bir avlu, gerisinde ise direkli bir salona yer verilmişti. Yukarı Kale, tümüyle Haldi’ye adanmış kutsal bir kale görünümündedir. Daha alçakta, 430 metre uzunluğunda ve 70-80 metre genişliğinde bir sırt üzerindeki Aşağı Kale’de ise bir saray, Gürpınar Ovası’nın yerel bir tanrısı olduğu sanılan İrmuşini’ye ait bir tapınak, depolar, atölyeler ve askeri tesislere yer verilmiştir.


Yalçın kayalıklar üzerine inşa edilen Urartu saraylarının en tipik örneği olan Çavuştepe, bu özelliğiyle geniş ve düz alanlarda kurulmuş Asur saraylarından ayrılmaktaydı. Örneğin Asur sarayları tek katlıyken, Çavuştepe’de örneğinde olduğu gibi Urartu sarayları, genellikle iki kattan oluşurdu. Alt kat, mutfaklar, kilerler, depolar, tuvaletler ve benzeri hizmet alanlarına ayrılır; kalın payeler üzerinde duran ikinci katta ise büyük bir kabul salonu ile harem dairesi bulunurdu. Büyük çapta kayalara oyularak inşa edilmiş olan Çavuştepe sarayının güneyi teraslar şeklindedir. Dışarıdan gelenlerin güneydeki merdivenler yardımıyla ulaştığı sarayın alt katı, iki büyük koridor, iki sıra paye ve yan mekanlardan müteşekkildi. Buradaki kayaya oyulmuş üç mahzen çoğu kez kış yağışlarını depolayan birer sarnıç, aynı zamanda da sıcak yaz aylarında yiyecekler için soğuk hava deposu olarak hizmet görüyordu. Doğu ve batıda, içlerinde ocak, çeşme ve atık su küvetlerinin bulunduğu iki ayrı mutfak vardı. Çeşmelere su, hemen arkalarındaki taştan platformlar üzerine yerleştirilmiş, zaman zaman doldurulan depolardan sağlanıyordu. Kuzeybatı uçta yeralan küçük, yuvarlak bir mekan ise tuvalet olarak kullanlıyordu. Gerek pis su ve gerekse tuvalet artıkları, temel inşaatı sırasında kayalara oyulmuş kanallar yardımıyla surların altından geçirilerek, kalenin dışına akıtılıyordu. Kısacası alt kat tamamıyla servis hizmetlerine yönelikti.



Sarayın ikinci katına, doğu ve batı uçtaki merdivenlerle çıkılmaktadır. Tören ve yerleşime ayrılmış ana bölümler buradaydı. Ne yazık ki üst kat günümüze kadar gelememiştir. Ancak burada haremlik ve selamlık olmak üzere iki bölüm olduğu anlaşılmaktadır. Duvarları, mavi ve kırmızı rengin hakim olduğu resimlerle süslü olan üst kat, daha zengin ve özenli bir şekilde bezenmiştir.

Urartular - Urartu Resim Sanatı

Daha çok tunç eserler üzerindeki figürlerden tanınan Urartu resim sanatı, stilistik ve ikonografik yönden saray sanatı ve halk sanatı olmak üzere iki bölüme ayrılır.
Kemerler, at koşum takımları, kalkanlar, miğferler vb. eserler üzerinde karşılaşılan figürler tümüyle saray sanatının temsilcileridir. Bunlar saray atölyelerinde, Urartu bürokrasisinin siparişiyle çalışan sanatçılarca yapılmışlardır. Kaleler dışında yer alan kutsal alanlarda, adak olarak sunulmuş tunç levhalar ise halk sanatının örnekleri olarak gösterilebilir. Bunlara en iyi örnek, Giyimli’de bulunan levhalardır. Urartu resim sanatının en güzel örneklerinden biri de, tapınak ve sarayların duvarlarını süsleyen duvar resimleridir. Bu resimler büyük ölçüde Asur resim sanatından etkilenmişse de, motiflerin şekli ve üslup açısından farklılık gösterirler. Canlı ve renkli motiflerden oluşan duvar resimlerinde, geometrik ve bitkisel motifler ile çeşitli hayvan sahneleri işlenmiştir. M.Ö. 8. yy.ın sonu ile M.Ö. 7. yy.ın ikinci yarısına tarihlenen bu resimler, Doğu Anadolu’nun sert doğası içinde gelişen Urartu Uygarlığı’nın sanata gösterdiği ilginin büyüklüğünü göstermesi bakımından önemlidir.

6 Haziran 2011 Pazartesi

İstanbul Modern Sinema'da Almanya'dan Filmler

İstanbul Modern Sinema, bu yıl üçüncüsü düzenlenen Almanya'dan Yepyeni Filmler seçkisini 'Ölüm Bizi Ayırana Dek' başlığıyla sunuyor.
Goethe-Institut Istanbul işbirliğiyle 9-19 Haziran tarihleri arasında seyirciyle buluşacak olan seçkide, 2010 ve 2011 yıllarında çeşitli uluslararası festivallerde gösterilmiş ve ödül kazanmış, yılın öne çıkan Alman filmleri yer alıyor.Küratörlüğünü Goethe-Institut Istanbul Müdürü Claudia Hahn-Raabe, İstanbul Modern Film Programları Yöneticisi Müge Tüfenk, sinema yazarı Engin Ertan ve Goethe-Institut Istanbul Film ve Edebiyat Projeleri Sorumlusu Fügen Uğur’un yaptığı “Ölüm Bizi Ayırana Dek” başlıklı program, bu yıl “beraber yaşama” temasına odaklanıyor. Almanca ve Türkçe altyazılı gösterilecek 10 film, çekirdek aileden toplumun bütününe, şehirden kasabaya, arkadaşlık ilişkilerinden gruplaşmalara uzanan bir çeşitlilikte birlikte yaşamanın farklı çeşitlerini ele alıyor.

5 Haziran 2011 Pazar

The Favourite Poet - The Favourite Poet

The Favourite Poet - The Favourite Poet

Lawrence Alma-Tadema – A Harvest Festival

Lawrence Alma-Tadema – A Harvest Festival

Lawrence Alma-Tadema – a kiss ( Öpücük )

Lawrence Alma-Tadema – a kiss

İnsanın barbar hali - Ressam, ne güçlü yansıtmış insanlık bunalımını

İnsanın barbar hali

Kemal İskender'in insan figürü ile ilintili resimlerinin sıkıntıyı, darboğazları anlatması doğal değil mi? 'Ressam ne denli yoğun hissediyor, fırçasına ne güçlü yansıtmış insanlık bunalımını' demek için birebir, İş Bankası Kibele salonlarında dolaşmak.
Güzel Sanatlar
Serginin adı “Barbarlar: Diğer İroni”. İnsanın barbar haline göndermeyi anımsatıyor doğal olarak. Onlarca insan figürünün hareketli hallerinde hırsla, doyumsuzlukla, çözümsüzlükle donandığını izliyoruz. Dur yok, durak yok bu tuvallerdeki insanlarda.